İçimizdeki Şeytan / Sabahattin Ali
“İkimiz de aynı şehirdeyiz ve birbirimize varmamız için yarım saatten daha
az bir zaman yeter. Buna rağmen o orada, ben buradayım. Neden? Sebep yok… Ben
burada ne yapıyorum? Kendimi ve etrafımdakileri sıkmaktan başka ne işim var?
Onun da orada pek lüzumlu şeylerle uğraşmadığı muhakkak. Böyle bir günde oturup
piyanoya çalışacak değil ya… Dünyada şimdi onunla yan yana bulunmamamız kadar
mantıksız ve lüzumsuz ne vardır acaba? Hayat bir tesadüfler silsilesi imiş,
ala! Fakat tesadüfün de kendine göre bir mantığı olmalı değil mi ya?”
Genç adamın biraz kalın olan kumral kaşları alnına doğru dağılmış ve
saçlarına karışmıştı. İçinde şiddetle ihtizaz eden birtakım tellerin aksi
gözlerine vurmuş gibi hummalı bakışları vardı. Genç kız şu karşısında duran
insanın, bu anda içinde olanları ortaya dökmek için nasıl yandığını ve nasıl
her türlü yalandan uzak bulunduğunu anlıyordu. İnsanlara karşı ruhunu kaplayan
buzun elinde olmayarak çözülmeye başladığını hissetti. Karşımıza her şeyiyle
çırılçıplak serilen bir insanın üzerimizde yaptığı mukavemet edilmez tesir onu
da yakalamıştı. Maskesini, gizli maksatlarını ve bütün rollerini, bir an için
bile olsa, üzerinden atmış olan biri ile yan yana bulunmak ona cesaret ve
emniyet veriyordu. Kendi içinde hapsettiği şeyler de dışarı fırlamak, nihayet
bir insan kulağına çarpmak için kımıldanmaya başlamıştı. Ruhundaki bu yeni
hareket onda tatlı bir heyecan ve buna sebep olan insana karşı sarih bir
minnettarlık doğuruyordu. Ömer’in söyleyeceklerini belki teker teker merak
etmiyor, fakat onun, kafasında ve ruhunda olan şeyleri, hiçbir maniaya
çarpmadan ortaya döküşünü seyretmek için sabırsızlanıyordu.
“Sizi eve bıraktıktan sonra tekrar caddeye çıktım. Caddedeki kalabalık beni
sahiden sıktı. Ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları
boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek
istemiyorum. Bu nefret falan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile…
Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir
hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi
doyurduğumu hissediyorum. Kafamda, hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan
muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini
kovalıyor… Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün
bu beynimde geçen şeyleri teker teker uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne
kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç
günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum. Odamdaki duvarlar
birdenbire büyüyüveriyor. Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda,
insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor…”
“Söyle, hangi ilim, hangi şiir, hangi aşk, hangi devlet bu manzaradan daha
güzel, daha muhteşemdir? Buna rağmen burnumuzu kaldırmadan bozuk kaldırımlarda
yürüyüp gitmekte devam ediyoruz. Dünyadaki insanların acaba kaç binde biri şu
anda başını aya çevirmiştir? Halbuki o her şeyi, herkesi görüyor ve
gafletimizin üstüne o tatlı, o iyi tebessümünü serpiyor.”
“İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye
gideriz? Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı,
fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor?
Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca
bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır…
Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline
getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada
insan, kafasını zerre kadar işletmeden, mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak
ve buna başkalarını da inandırmak imkanına malik… Bu şehrin ve buradaki
muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!...”
“Sanat bir ifadedir; her devir, her medeniyet başka türlü duyar ve pek
tabii olarak başka türlü ifade eder. Bence en iptidai zenci müziği bile sanat
eseridir. Kaldı ki, bizim alaturka dediğimiz şeklin bir tekamül seyri,
fevkalade incelmiş ve mükemmelleşmiş tarafları vardır. O ruhu ve o medeniyeti
bırakırken onun ifade şeklini muhafaza edecek değiliz, lakin topyekun inkar da
ancak barbarların karıdır.”
“Haydi, artık anlat!” dedi. “Her şeyini herkesten evvel bana söylemen lazım
değil mi? Seni benim kadar, hatta benden başka kim dinler? Kim seninle beraber
üzülür?”
“Konuşurken birçok şeyler öğrenirim ve karşımda bir insan görürüm, hazin ve
geveze bir kukla değil… Siz onları uzaktan bir şey zannettiniz, fakat yavaş
yavaş ne mal olduklarını gördünüz… Hiç hayret etmeyin… Hatta onların küstah ve
mütecaviz hallerini bile mazur görün… Çünkü alalede bir insan bile olmadıkları
halde kendilerine bir de münevver insan payesi verilince ve hayattaki mevki ve
itibarlarını kaybetmemek için bu sıfatı akla hayale gelmeyecek hokkabazlıklarla
muhafazaya mecbur kalınca, pek tabii olarak dalavereci olacaklar,
ahlaksızlaşacaklar ve mütemadiyen birbirlerinin kıymetsizliklerini
uyandıracaklar… Bereket versin herkes böyle değil… Daha sarp yollardan yürüyen
fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var… Belki pek
az… Ama var… Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu
söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermemiş olması, günün
birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hakim olacağından ümidi kesmeyi icap
ettiremez… Bugün şurada burada teker teker yaşayan ve çalışanlar yarın
birleşince bir kuvvet olacaklar ve en kuvvetli silahı; haklı olmak silahını
ellerinde tutacaklardır.”
“İçimdeki şeytan: müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün
hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa,
tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık
görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun,
salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik
var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey:
hakikatleri görmekten kaçmak var… Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir
parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek
nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal
gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde,
insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.”
Yorumlar
Yorum Gönder